Uyarı: Bu yazı, uzun bir gezi yazısıdır!
Bazen durmak iyi gelir… Halen yaşıyorsanız, alıp verdiğiniz soluğa biraz anlam katmak, unutulmuş ve hiç görmediğimiz bir yaşamı tecrübe etmek hala mümkün İstanbul açıklarında.
Eski Yunancada adı Prinkipos olan, İstanbul açıklarındaki Prens Adaları olarak bilinen adaların en büyüğüdür Büyükada. Prinkipos, PRENS anlamına gelir. Bu ismin de hikayesi ilginçtir; Roma İmparatorluğu döneminden, Bizans devrinin sonrasına kadar asillerin, prenslerin, hatta kraliçelerin adalara sürgün edilerek buralarda çeşitli işkence görerek öldürüldüğü için Prens Adaları denmiş. Yani bir zamanlar ölüm kokan bu topraklar, Osmanlı’da yerini zevk-i sefa alemine bırakmış, son dönemde de eski İstanbul’u özleyenleri sokaklarına bekliyor.
Günübirlik gezimize başlamadan önce sırt çantanızı kontrol edelim; Fotoğraf makinesi, İstanbulkart, sıcaklardan korunmak için şapka ( En önemlisi bence. Gerçi alamasanız da adada her köşe başında satılıyor.), güneş gözlüğü ve yedek tişört… Her şey tamam. Yolculuk vakti… Unutmadan, bu adayı kesinlikle yalnız gezmeyin, sıkılırsınız. Varsa eşiniz ( ki ben eşimle gittim) ya da kalabalık arkadaş gruplarınızla gitmenizi tavsiye ederim. Eğlence garanti oluyor.
Ulaşımın gayet kolay olduğu adalara İstanbul’dan Şehir Hatları Vapuru, Deniz Otobüsleri, Deniz Taksi ve Özel acentelerle gidebilirsiniz. Tabi en ucuz yöntem Şehir Hatları Vapurları’dır. Zaten İstanbulkart’ı da bunun için yanımıza almıştık. Güneşli bir cumartesi günü, Kabataş’tan yaklaşık 1 buçuk saatte varılıyor Büyükada’ya. Bu vapurların yaz aylarındaki kapasitesi 2100’ü bulabiliyor. Sırasıyla Kadıköy, Kınalıada, Burgazada ve Heybeliada’ya uğradıktan sonra Büyükada’ya varılıyor. Biz, giderken oturacak bir bankı zor bulduk desek yalan olmaz. Yere oturup iskambil oynayan Japon turistleri saymıyorum bile. Bu uzun deniz seyahatinde, güverteye çıkıp sizinle birlikte yolculuk eden martılara simit atmayı ihmal etmeyin. Yoksa peşinizi bırakmazlar. Ayrıca sıcak çayın da satıldığı büfede İstanbul kıyılarından ayrılmadan önce kahvaltı yapmadıysanız uygun fiyata kahvaltı da edebilirsiniz.
Bir İstanbul klasiği VAPUR-SİMİT-ÇAY ve Marmara Denizi. Gün güzel başladı. Nihayet martılarla beraber Büyükada İskelesi’ne yanaşıyoruz. Mahşeri kalabalık ki yaz aylarında hafta sonu gidilmemeli. Kalabalıktan adım atılmıyor ne adada ne vapurda. Tabi bu, günün sonunda edindiğim bir tecrübe oldu. Adaya çıkar çıkmaz ilk işimiz Roma Dondurmasını tatmak oldu. Bu dondurmanın ününü duymuştum ama tatmak başka bir zevk. Yediğim en iyi meyveli dondurmaydı diyebilirim. Es geçilmemeli.
Meydanda sizi karşılayan saat kulesi, zamanı hatırlatıp, daha sonra unutmanız için adaya davet eder gibi ironik olmuş. Merkezde; otel-motel ve pansiyonlar, bisiklet kiralayan dükkanlar, restoranlar, pastaneler var. Hemen bir plan yapıp öğlen olmadan bisikletle Büyükada turu yapmaya karar verdik. Yerleşim olan alanları içine alan turun adı Küçük Tur. Yok ben yerleşim olmayan yerleri de göreceğim derseniz 14 kilometre uzunluğunda büyük tur yapmanız gerekmektedir.
Merkezdeki onlarca bisiklet kiralayan dükkanların ortak bir tarifesi yok. Bazısı günlük 50 TL’ye kiraya veriyor, bazısı 40 TL. Biraz gezerek günlüğü 30 TL’ye bir bisikletçi bulabilirsiniz bizim yaptığımız gibi. Her zaman bu kurala uyarım, bu gibi yerlerde aynı ürünün 10 farklı fiyatını sormadan hiç bir şey almayın. Kandırılma olasılığınız yüksek.
Bisiklet kiralarken dikkat edilecek hususlara gelirsek;
- Koltuğu rahat olmalı.
- Frenleri mutlaka kontrol edin, zira ada çok yokuş.
- Lastiğin havası iyi olmalı.
- Vitesli ise birinci vitesi mutlaka kontrol edin, yoksa benim gibi ikinci viteste gitmek zorunda kalırsınız.
- Sepet taktırın. Bu sepete fotoğraf makinesi ve su şişemizi koyacağız. Su şişemizin çok büyük olmasına gerek yok, adada neredeyse her 100 metrede bir market ya da seyyar satıcı mevcut.
- Kilit de veriyorlar, Aya Yorgi’ye tırmanırken bisikletinizi kitlemeniz gerekecek.
Bisiklet deyip geçmeyin. Sonra, yolda kalma ihtimaliniz yüksek. Gerçi ada küçük, yardım eden çok gezgin var. Bize yardım eden Azeri kardeşler gibi… Bu kadar tavsiyeden sonra artık BÜYÜK TUR’umuza başlayabiliriz. Pedallara kuvvet. Sultanahmet’teki Soğukçeşme Sokağı’ndan oluşan bir şehir gibi burası. Tek fark Büyükada’daki her sokak tarihi eski evler, villalar ve konaklarla dolu. Modern yapılar yok denecek kadar yok. Eğer benim gibi tarihi konak ve yapıları seviyorsanız bu ada tam size göre. Açık hava müzesi gibi. Kendinizi eski İstanbul sokaklarında hissediyorsunuz, içinizi huzur kaplıyor.
Sokaklar bitince piknik ve dinlenme alanları başlıyor. Büyükada’nın olumsuz taraflarından biri de bisikletinizi park etmek dahil her şeyi kullanmadan önce parasını ödemeniz gerekiyor. Bu, hiç de hoş olmayan durumu bu yazıyla yetkililere bildirdikten sonra Birlik Meydanı’na varıyoruz.
Amacımız Efes yakınlarında bulunan Meryem Ana’nın evi ile birlikte Hıristiyanlar tarafından kabul edilen iki Hac noktasından biri olma özelliğini taşıyan Aya Yorgi Kilisesi’ni ziyaret etmek. Birlik Meydanı’na 1 km mesafedeki bu kilise, bir tepede konumlandığı için bize 5 km gibi geldi. Bir nevi sabır testi sanırım. Kilise oldukça iyi korunmuş ve 360 derece harika bir Marmara Denizi manzarasına sahip. İsteyen dilek tutup, mum yakabiliyor. Tabi küçük bir bağış yapmanız yazılı olmayan bir kural. Ayrıca kilisenin hemen yanındaki restoranda yemek yiyebilirsiniz. Biz çok acıkmıştık ve bir şeyler yemek için bu restorana oturduk. Arka taraftaki manzara daha hoş. Yemekler orta sınıf. Fazla bir beklentiye girmeyin derim. Yemekten sonra Birlik Meydanı’na kitlediğimiz bisikletlerimizle bu kez mistik ve gizemli bir yapıya doğru yola çıktık.
Yaklaşık 1 km mesafede, kilisenin tam karşısında Manastır Tepesi’ndeki Eski Rum Yetimhanesi. Dünya’nın ilk çok katlı ahşap yapısı, Dünya’nın en büyük ikinci Avrupa’nın ise en büyük ahşap yapısı olarak kabul edilmektedir. 1898-99 yılları arasında otel olarak inşa edilen yapı, o dönemin yönetiminden gerekli izinleri alamadığı için bir Rum kadın tarafından yok pahasına satın alınıp patrikhaneye, yetimhane yapılması amacıyla bağışlanır. 1960’a kadar bu amaçla kullanılan bina, daha sonra kışla olarak kullanılmış. 1964’te ise apar topar boşaltılmış ve o tarihten beri kaderine terk edilmiş yaşlı bir ağaç gibi sonunu bekliyor. Acıklı bir hikaye. Umarım en kısa sürede akıbeti belli olur ve Türk Turizmi’ne kazandırılır.
Yetimhane’deki dakikalardan sonra rotamızı tekrar şehir merkezine çevirmek zorunda kaldık. Amacımız büyük turdu en başta da söylediğim gibi ama İstanbullunun hantal ve spora alışkın olmayan bünyesi de bir yere kadar. Yeri gelmişken söyleyeyim, uzun zamandır bisiklete binmeyip spor yapmayan biri olarak bu satırları yazdığım ertesi günü hamlamış eklemlerimde hala Büyükada ağrıları var. Bu yüzden kısa kesmek zorunda kaldık turumuzu. Tepeden merkeze inmek en zevkli tarafıydı turun. Mis gibi orman kokusu, insanın içine sığmayan yaşama coşkusunu ateşliyor. Bu his için bile gidilebilir. Çünkü burada zaman durmuş, hayat devam ediyor. Yine güzel sokaklardan geçerek biraz da diğer uca doğru pedal çeviriyoruz. Sahile varınca yorulduğumuzu hissedip bir adaçayı içmek için kafeye oturduk. Burada içtiğimiz adaçayının tadı aynı dondurma gibi Marmara’ya karşı içtiğimden midir bilinmez hiç bir çaya benzemiyor. Ilık deniz havasını içimize çekiyoruz, duruyoruz, dinleniyoruz. Rezervasyonumuzu önceden yaptırmadığımız için hiç bir otelde oda bulamadık, bulduklarımız da ateş pahasıydı. Eğer planınızı çok önceden yaptıysanız ve adada konaklamak istiyorsanız rezervasyonunuzu çok önceden yapmanızı öneririm.
Artık
yavaş yavaş bu eski zaman şehrinden ayrılma vaktiydi… Büyükada’ya gelip de şirin bir balıkçı lokantasında balık-ekmek yemeden gitmek olmazdı. Ve yapılacak şeylerden biri de buzdolabınıza magnet alıp, güzel hatıralarla adadan kalkacak olan vapura doğru yollandık….
Yazar : Fatih
TEMPO HOTELS
İSTANBUL/İZMİR
http://www.tempohotels.com
info@tempohotels.com
444 70 55